';
506. Sayı / 10. Sayfa

Miladi Tarih: 22 Kasım 1900

Rumi Tarih: 9 Teşrinisani 1316

9. Sayfa
1 Yazı
11. Sayfa
2 Yazı
Makale-i Mahsusa

Şiirimiz

-Geçen nüshadan mabad-

Şimdiye kadar gösterdiğimiz misallerle evzan ve kavafinin şerait-i tatbikiyesi izah edildi zannederim; nazımlara bir kere de ifade ve tertip itibariyle nazar edelim. Nazmın bir lisan-ı mahsusu bulunduğunu, biraz şiir okuyabilenler bile anlar, teslim eder. Fakat bu lisan-ı mahsus nedir? Kavaidi mazbut mudur? Yoksa her şairin kendine mahsus bir lisanı mı vardır? Bunlar birbirinden muğlak mesail olmakla beraber lisan-ı nazım hakkında da efkâr-ı musîbe beyanı ihtimal haricinde addolunamaz. Lisan-ı nazım mucez, binaenaleyh nesir lisanından kuvvetlidir. Bu bir esas addolununca kelime, ibare haşvlarına nazımda hiç mesağ gösterilemez. Bu lisan tabii olmaktan ziyade tabiattan mütevellit ahenk lisanıdır, binaenaleyh ahenk uğruna cümlelerin tertibat-ı tabiiyesi feda olunur; takdim tehir gibi, hazf-ı tekrar gibi birçok vesaite müracaatla vezin ve kafiyeden matlup olan ahenk istihsal edilir. Şu kadar ki cümleleri, terkipleri, kelimeleri hercümerç ederek ahenk uğruna manayı feda, hatta müeddayı anlaşılamayacak kadar ihfa bir zaman tecviz edilemez. Demek ki lisan-ı nazım birtakım kavaid-i mahsusaya tâbidir, her ciddi şairin bir lisan-ı mahsusu da vardır; lakin biz bunlardan ayrı ayrı bahsetmek istersek makale değil, risale yazmalıyız; maksadımız ise eşar-ı cedidede görülen büyük bir eser-i terakkiden bahsetmektir. Eski manzumelerde beyitler, hatta mısralar ayrı ayrı manaları ifade eder, yani bir ibare nihayet bir beyitte hitam bulurdu.

(…)

Hayat ve Kitaplar

16

Ten [Hippolyte Taine] ve Asarı

-500’üncü nüshadan beri mabad-

Ten’i bu meleke-i galibe nazariyesine sevk eden şeylerin en kuvvetlisi zevk-i tecrittir. O insanları yalnız bir cihetten tersim eder. Mesela bazı adamlar onun nazarında münhasıran haris, hasut, mağrur ve mütekebbirdir. Ten’in Balzak’a [Honoré de Balzac] perestişi de bu nazariyesinin takarrürüne yardım etmiştir. Yalnız felsefede tamim cihetine meyil ile eşhas-ı vakayini sade bir ihtiras veya melekenin yed-i terkibine bırakmaktan vazgeçmiştir. Onun nazarında adamlar mevcudiyetlerinin bütün kuvasını etrafında cem eden bir ihtiras-ı galipten müteşekkildir; fakat hayat-ı fikriye içinde yaşayan insanlarda bu merkez-i galebe ihtiras değil, tekmil kuva-yı fikriyelerini kendine celp ve cezb eden bir meleke, bir mevhibe, bir nüfuz-ı aklidir.

(…)