';
410. Sayı / 1. Sayfa

Miladi Tarih: 19 Ocak 1899

Rumi Tarih: 7 Kânunusani 1314

2. Sayfa
3 Yazı
İstanbul Postası

Ramazan geldi, musahabe yazmalı diyorlar. Evet, yazmalı. Bu sözü sade Ramazan’da değil, ben her hafta birkaç kereler tekrar ediyorum. Yazmalı fakat ne yazmalı? “İstanbul Postası” sernamesiyle Servet-i Fünûn’da ilk nüshadan beri ara sıra neşrettiğim makalat birer musahabedir ki şehrimizin hülasa-i şuun-ı zevkiyesi olacak, bunlara kâh ahval-i havaiyeden bahis ile başlıyorduk kâh o aralık erbab-ı zevki en ziyade işgal eden bir meseleden tutturuyorduk. Ahval-i Havaiye… Of bu ufak cümleler söz söylemekte sermayesiz kaldığımız zaman yahut teklifli bir yerde fekk-i dehne vesile olmak üzere tekrarladığımız bu bahislerden o kadar usandım bunlar bana o derece yek-tarz ve kasvet-engiz geliyor ki tarif edemem. “Aman efendim hava ne soğuk… Bir çamur var ki… Terledim…” diye başlayan bu sözleri ne zaman birisi tekrar etse sahihan soğukluğundan titrerim. İşitmek istemediğim, binaenaleyh söylemesinden de haz etmediğim bu mebahis-i afakiyeyi ikide birde musahabat-ı zevkiyeye zemin ittihaz etmek hoş değil. O halde iş erbab-ı zevki en ziyade işgal eden bir eğlence ile meşgul olmaya kalır. Darılmayınız ama bu eğlencelerimiz de pek mahdut ve hep evvelkilerdir. İşte mübarek Ramazan geldi, tabii davulu, kandili, mahyası, topu, iftarı da beraber… Şimdi kalkıp size Ramazan’ın bu tetimmat-ı mutade ve malumesini tasvir edersem ne dersiniz? Ramazan’a göre vaaz ve nasihate gelince o da zevk ve keyfe taalluk eden musahabemiz sütununa yakışmaz. Zaten benim elimden de gelmez. Ey, ne yazacağız? Yine Direklerarası’nı değil mi? Eğer biraz bi-tarafane ve hakikat-perverane im‛an-ı nazar ederseniz görürsünüz ki şu Direklerarası âlemi şimdi terakki edecek yerde gittikçe tedenni ediyor, revnakını kayıp eyliyor.  İşte tiyatrolar, seneler geçtikçe duş-ı sanat ve gayreti ihtiyarlığın ağırlığı altında çökmekte olan Osmanlı Tiyatrosu’ndan başka bahse layık sahne-i temaşa yok. Sahne-i Âlem, yok Temaşa-yı Cihan gibi heybetli unvanlar altında zevk-i selimden, hüsn-i tabiattan, edep ve nezahatten külliyen uzak birçok hezeyanları sahnelerinde tekrar eden o maskara oyunculardan bahsetmek, onlara bir vücut daha doğrusu mevcudiyetlerine ehemmiyet vermek demektir ki benim işim değil. Erbab-ı zevkimizin yoksulluk hasebiyle çar-naçar müracaat ettiği ve müracaat ede ede maskaralığına, rezaletine alıştığı bu tiyatrolar temaşageranını gılzat içinde biraz eğlendirse bile bu temaşacıların tar-ı hissiyatında fena ihtizazlar, tesirler bırakır. Onlardan her türlü hissiyat-ı nezihe ve latifeyi refeder. Bunun numunesini daha dün akşam bir çocukta gördüm. O tiyatroların bilmem hangisinde kıymetli zamanının üç dört saatini geçirmiş olan bu küçük bey ile biraz konuştum. Bana nükte olarak o arada işittiği galiz, iğrenç kelimeleri tekrarlıyor, musiki ve şiir olarak da sahne-i hezeyanda göbek atan birkaç Galata yadigârının murdar kantolarını, nağmelerini tekrarlıyordu. Bir akşam canımız sıkılınca şu maskaralıkları seyre gidebiliriz fakat insaf edelim de kuvve-i mefkûreleri, hayaliyeleri henüz mebde-i neşv ü nemada bulunan çocuklarımızı götürmeyelim, göndermeyelim.

(…)

Şiir: Pembe Bir Tasvir Karşısında:

– İbrahim Cehdi’ye –

(…)

-29 Kânunusani, 1314-

Secdelerim