';
264. Sayı / 3. Sayfa

Miladi Tarih: 2 Nisan 1896

Rumi Tarih: 21 Mart 1312

2. Sayfa
2 Yazı
4. Sayfa
2 Yazı
Paris Muhabirimizden Mektub-ı Mahsus

[Mabad ve Hitam]

20 Şubat sene 1311 [3 Mart 1896]

On saatten beridir çalışmaktan tab ve tuvanı kalmayan biçare adamcağızlar absent kadehlerini öyle hırsla yukarıya kaldırıyorlardı ki tarif edemem. Arkadaşım masamızın yanında oturan birisiyle hemen muarefe peyda etti. At yarışları üzerine açtıkları bir bahiste yekdiğerine senli benli hitap eylediklerini ve arada sırada birbirlerine sille-i muhabbet aşkettiklerini görenler bunların çocukluktan beri arkadaş olduklarına hükmederlerdi.

Yemek vaktine kadar bu adamla konuştuk durduk. Kalifornia [California] kabaresi oldukça tanınmış bir kabare olduğu için doldukça doldu. Tütün dumanı, kadeh şakırtıları ayyuka çıkıyor, göz gözü görmüyordu. İstihsal edebildiğim malumata nazaran burada günde 8000 kadeh şarap, 5000 tabak et ve senede 100 sütiye [setiers] (132 kilogram) kuru fasulye 2000 sütiye de patates sarf olunurmuş.

Şu ispirto sarrafları mest-i layakıl olunca absent kadehleri yerine fasulye tabakları gidip gelmeye başladı. Biz de üç kişi masamızı terk ettik. Maksadım amele pansiyonları içinde en ziyade tanınmış olan bir yerde yemek yemek olduğundan Palas Mober [Palais des Mober] de bir lokantaya geldik ve kapıdan girerken bir çorba bir et bir sebze bir pilavla bir dilim de ekmeğe hakkımız olmak şartıyla üçümüz için yalnız bir buçuk frank yani ellişer santim verdikten sonra içeriye daldık. Fiyatı on santim olan çorba ile yirmi santimden ibaret bulunan pirzolanın nasıl şeyler olduğu herkes tahmin edebilir. Sade suya şehriyeden yapılmış olan bu çorbayı eşek eti olduğundan asla şüphe olmayan o eti, alışık olmayanlar için aç kalmadıkça yemek kabil değildir. Bizim hatırımıza bile getirmekle gönlümüz bulanan şu şeyleri burada fakir halk kemal-i iştiha ile yiyorlar. Hatta at ve eşek eti satan kasap dükkanlarının üzerinde Boucherie Hippophogique [At Kasabı] diye yazılı olduğu gibi başları beraber olduğu halde çengelleri asılı duran etlerin üste dahi mulet qualite (ali cinsten katır eti) diye ilan bile yapıştırıyorlar.

Lokantadan çıktığımız vakit saat sekize geliyordu. Bu saatte eğlenmek vakit geçirmek isteyen bir amele ne yapar?” dedim; bana birçok tiyatro, konser isimleri saydılar ve Monmarter’e [Montmartre] gidersek daha ziyade eğleniriz. Mamafih tiyatrolar da görülmeye şayandır diye gidilecek mahalli bana bıraktılar. Asıl taaccübümü mucip olan cihet şurasıydı: Günde üç kazanan ve çoluk çocuk sahibi olan işçi nasıl olur da ancak iki günde kazanabildiği bir parayı bir gecede sarf edebilir. Bunun için sordum ki “Bu tiyatroların fiyatları nedir? En pahalı mevkii bir buçuk frank, en ucuzu yeri de altmış santimdir.” cevabını verdiler. “Öyle ise haydi tiyatroya!” dedim.

Tiyatronun önüne geldiğimiz zaman kapılar açılmış ve birçok halk birikmişti.

Herkesle beraber biz de kapıların açılmasına muntazaran dolaşmaya başladık. İlana baktım. Ne görsem iyi? Madam Sanjon [Madame Sans Gene]!  Madam Sanjon [Madame Sans Gene]. Üç senedir vodvil tiyatrosunda oynanıp Paris’i alt üst eden oyun! Çok şey,  demek ki bu oyunu seyretmek için laakal dört frank vermeye mecbur olan ve tabii buna muktedir olamayınca görmekten mahrum kalan halk şurada altmış santime seyredebiliyor. Memleketin edebiyatından terakkiyat-ı fikriyesinden yine haberdar oluyor. Bu aralık burada fiyat cetveline göz gezdirdim. Koltuk bir frank yirmi beş santim, sandalye bir frank, birinci galeri yetmiş beş, ikinci galeri altmış santim, avansen levhalarda adam başına birer frank olduğunu gördüm. Doğrusu ya operada on altı, Rönesans gibi pahalı bir tiyatroda yirmi franka olan şu yerin bir buçuk franka olması da sezaver-i hayretti. Onun için kapılar açılır açılmaz üç tane avansen loca fiyatı alıp içeriye girdik. Tiyatro haricen süslü olduğu gibi dâhilen de güzel tefriş ve tezyin edilmişti dersem sözlerime inanınız. Kapıdan girip de her tarafı yıldızlar içinde ziya-i elektrikî ile tenvir edilmiş gördüğüm zaman hayran olmaktan kendimi alamadım. İlk işim etrafı nazar-ı teftişten geçirmek oldu. Localarda koltuklarda dekolte kadınlar fraklı erkekler yerine bakkal kasap gibi mahalle ahalisiyle birinci ve ikinci galeride mavi bluzlar kalpaklı ameleden başka kimse görülmüyordu. Hele halk arasında portakal ve mandalina satanları gördükçe büsbütün İstanbul tiyatroları gözümün önünde tecessüm ediyordu; peynir, simit!..

Benim oyuna dikkat etmediğimi ve daima etrafıma bakındığımı gören madenci arkadaş niçin seyretmediğimi sordu. Dalgınlık bu ya: “Geçen sene Vodvil’de görmüştüm.”  deyiverdim. Eyvah ki şu sözlerimden foyam meydana çıktı. Artık doğruyu söylemek icap etti. “Meraklı bir ecnebiyim ameleyi zenginlerden daha ziyade severim, onun için bunların arasında yaşamak daha ziyade hoşuma gidiyor.” demeye mecbur oldum. Bu sözlerimden kendisi de pek ziyade memnun oldu ve bana refakat ederek taş ocakları, ekmek fırınları gibi işsizler güruhunun mahall-i ikametleri olan yerleri dolaştırmaya ve dai-yi merak daha pek çok şeyler göstermeyi vaat etti. Ben de tiyatrodan çıkıp da ayrılacağımız zaman vaadini tekrar ettirerek ikisine de vazife-i teşekkür ve veda-yı ifa ettikten ve on gün içinde tekrar buluşmayı kararlaştırdıktan sonra eve geldim. İlk işim üstümü başımı çıkarıp ve çamaşırlarımı değiştirip döşeğe düşmek oldu. Akşamdan beri geçirdiğim ömür vücudumu fena halde yormuştu. O yorgunlukla başımı yastığa koyar koymaz uyumuş kalmışım.